İstanbul’un kaosundan Beycik köyüne

beycik

Beycik’de hayat nasıl gidiyor

Son birkaç ayda hayatımız oldukça değişti; bir gece konaklamak için uğradığımız Beycik’de 4 ayı devirmişiz. Ne kaybederiz ki diye kaldığımız bu güzel köye iyice alıştık, benimsedik. Likya yürüyüşünde karşımıza çıkan “ne kaybederiz ki” diye başladığımız pansiyon maceramıza bir süredir ara versek de köyden kopamıyoruz. Çünkü acaba İstanbul’a dönsek mi diye aklımdan geçerken ya muhteşem bir manzara, ya da bir hayvan aklımı yerine getiriyor. Örnek verirsek hamakta yatarken denize çeviriyorum bakışlarımı ya da gün batarken gökyüzüne, köyü ayrı güzel dağları ayrı. Kapımın  önünden keçiler geçiyor, yolda kaplumbağa ile karşılaşıyoruz, kuşlar dönerek selamlıyor beni (en azından ben öyle hissediyorum), arabayı yavaşlatıyorum yumurtadan yeni çıkmış civcivleri görebilmek için. Bazen sincapla bazen yengeçle bazen ise ağaçkakanla güzelleşiyor günler. 

Günlük sporumuzu yapmak için hava güzelse denize gidiyoruz, bulutluysa ormanda yürüyüşe. Son bir senedir edindiğimiz bir alışkanlık da Hasan ile birlikte sesli kitap okumak. İkimizin de ilgilisini çeken kitapları birimiz sesli okurken diğerimiz dinliyor. Köyde yaşarken de buna daha fazla zaman ayırabiliyoruz. Çünkü buraya televizyon almadık ve bunun da etkisiyle vaktimizi daha seçici harcayabiliyoruz. Televizyon yerine bir projeksiyon cihazı aldık bir de şimdilik idareten beyaz bir perde ile istediğimiz şeyleri izliyoruz. 

Agustosun ortalarında bir ev tuttuk, aslında kulübenin hallicesi olan bir ev ama siz bir de benim gözümle görün orayı. Ev küçük olduğu ve ne kadar kalacağımız da belli olmadığı için eşyalarımızı ‘gerekli mi’ sorusu üstüne alıyoruz, dolayısıyla evde gereksiz hiçbir şey yok. Bu da her baktığımda içimi rahatlatan bir özellik ve kendimizi bu konuda takdir ediyorum. Eksikleri de Hasman el becerisi ile hallettiği için hem bizim izlerimizi taşıyor hem de yaratıcılığımızı körüklüyor. Ormanın içinde olması, manzarası ve ilk gördüğümde çığlık atmama sebep olan yıldızlı gökyüzü ile gerçek mi burası diye sorgulamama sebep olacak kadar da güzel bir yer. Havasından suyundan bahsetmiyorum bile. 

Havaların soğumasından epey korkuyordum ben, çünkü hiç sobalı evde yaşamamıştım ve ısınmak için ilkel bir yöntem olarak gördüğüm sobayla hayat ne kadar kolay olabilirdi. He sağolsun ev sahibimiz size kışlık odun ayarlıycam sözü vermişti ki tuttu sözünü ama benim tahmin ettiğim gibi değil. Odunların kapıya bırakılacağını hayal etmiştim ben. Ki bu bile bir sorun değilmiş ve odunu baltayla yarmak oldukça da eğlenceli bir işmiş. Kendime ben bile şaşırdım. Sobayı şimdilik Hasan yakıyor ama üstüne portakal mandalina kabuğu atmak, odun ateşinde çay demlemek ya da sıcak şarap yapmak epey keyifli doğrusu. 

En keyif aldığım şeyi sona sakladım; müstakil evde yaşamak. Aman alt kata gürültü gider mi, vay üst komşuda inşaat var yandakilerin kavga sesi mi bu gibi dertleriniz kalmıyor. İnsanı çok özgürleştiriyormuş, evimizde bile rahat yaşayamıyormuşuz meğerse. Fırsatı olan herkese öneririm, biraz doğayla barışmak sakinleşmek adına en azından bir süre köyde yaşayın.